Skip to main content

Kaybedilen Asıl “Şey”

Ataşehir Psikolog Kubilay Ersanlı, “ Kaybedilen Asıl Şey”üzerine böyle bir yazı hazırladı. metropol istanbul psikolog hizmeti. ataşehir psikolog randevu. istanbul psikolog randevu. anadolu yakası psikolog. kadıköy psikolog. ümraniye psikolog. finans merkezi psikolog, finans şehir psikolog.

Dün akşam elimde telefonla, YouTube’da peş peşe izlediğim, uzun süredir takip ettiğim bir yayıncının video kesitlerine dalmışken, birden aklıma bu kişinin hayatını kaybetmiş olabileceği ihtimali geldi. Kaybı ölüm üzerinden düşündüğümde, kedim Sigmund hariç, bugüne kadar pek gözyaşı döktüğüm söylenemez. Ama bu düşünce boğazımı düğümledi — hem de hiç beklemediğim bir şekilde.

Kaybetmek üzerine düşünmeye başladığımda fark ettim ki, aslında bizi sarsan şey çoğu zaman bir “şeyi” kaybetmek değil; onunla bağdaştırdığımız hissi, bize iyi gelen bir duyguyu veya bir ihtiyacımızı besleyen kaynağı yitirmek oluyor.

Sigmund, benim için masumiyetin sembolüydü. Bahsettiğim yayıncı, eğlenceyi temsil ediyor olabilir. Başka bir kayıp, aidiyet hissinin kaybına denk geliyor olabilir. Aslında her biri, farklı bir duygusal ihtiyaca temas ediyor.

John Bowlby’nin bağlanma kuramına göre, insanlar yalnızca nesnelere ya da kişilere değil; onların temsil ettiği güven, aidiyet ve sevgi gibi soyut değerlere de bağlanır. Dolayısıyla bir kişinin kaybı, onunla birlikte ruhsal bir desteğin, bir aynalanma alanının, bir kimlik unsurunun da kaybı olabilir.

Bu noktada önemli bir kavramla karşılaşırız: simgeyleşmiş nesne kaybı. Nesne, burada yalnızca fiziksel bir varlık değil, duygusal bir işlev taşır. Sigmund Freud’un “Yas ve Melankoli” (1917) adlı makalesinde ifade ettiği gibi, yas süreci yalnızca bir kişiyi değil, onun temsil ettiği içsel temsili de içerir. Bu nedenle bir evcil hayvanı, bir sanatçıyı, bir çocukluk anısını ya da bir alışkanlığı yitirmek de derin bir yas tepkisini tetikleyebilir.

Nitekim beslenmeyi hayatta kalmakla ilişkilendirirsek, her kayıp da ruhumuzun ya da benliğimizin onaylayamadığı bir eksiklik hâlinde, varoluşumuzu tehdit eden bir duruma dönüşüyor. Ve bu durum, bize — dolaylı da olsa — kendi ölümümüzü hatırlatan bir anımsatıcıya dönüşüyor. Sessiz ama derin bir nota gibi, içimizde çalıyor.